Bir ‘ben’lik meselesi

Bu röportaj, 8 Haziran 2017 tarihinde Hürriyet Kitap Sanat'ta yayınlanmıştır.
Bir ‘ben’lik meselesiBir ‘ben’lik meselesi

Merih Akoğul’un küratörlüğünde Akbank Sanat’ta açılan ‘Beni Bul/ Otoportreye Çağdaş Yaklaşımlar’ sergisi, 23 sanatçı ile bir kolektifin işleri üzerinden otoportrenin günümüzdeki ele alınış biçimini ortaya koyuyor. Akoğul, “Sergiyi yaparken sanatçıların fotoğraf makinesini kendilerine nasıl doğrulttuklarına ve kendilerini nasıl yorumladıklarına baktım” diyor.

Akbank Sanat, 29 Temmuz’a kadar Merih Akoğul’un küratörlüğünü üstlendiği 23 sanatçı ve bir kolektifin eserlerinden oluşan ‘Beni Bul’ sergisine ev sahipliği yapıyor. Hüseyin Avni Lifij’in ‘Kadehli Pipolu Otoportresi’ni başlangıç noktası alarak Türk resmindeki otoportre geleneğine gönderme yapan sergi, farklı fotografik yaklaşıma sahip sanatçıların geçmiş üretimleri ile yeni fotoğraflarını bir araya getiriyor. Serginin, otoportrenin günümüzdeki ele alınış biçimini ortaya koyduğunu ifade eden Merih Akoğul ile hazırlık süreci ve küratoryal yaklaşımı üzerine konuştuk.

23 sanatçı ve 1 kolektifi ‘Beni Bul’ başlıklı bir fotoğraf sergisinde birleştirmek nasıl gündeme geldi ve süreç nasıl gelişti?

Geçtiğimiz gün eşimle sohbet ederken, kendisi bana “Eğer müzikle ilgili olsaydın, sen orkestra şefi olurdun.” dedi. Çok doğru bir saptamaydı. Garip bir organizasyon ruhum var. Ben köken olarak fotoğrafçı ve yazar olmama, yani sanat konusunda bireysel olan işler yapmama rağmen, bir biçimde birbirine yakın ve benzer parçaları bir araya getirmekte de fena olmadığımı gördüm. Bunu ilk kez müzikte Dj’lik ve radyolarda programlar yaparken keşfettim. Hangi parçalar, nasıl arka arkaya gelir ve bununla ambiyansı nasıl sağlarım diye uğraşıyordum. Sonra hocalık, yani hangi bilgiyi, öğrencilere nasıl iletirim derken biraz daha geliştirdim işi. Seminerler, dersler ve editörlükler derken, otomatik bir biçimde zihnimde her şeyin hızla birleştiğini gördüm. Dostlarımın sergi ve kitaplarına el verirken artık işi iyiden iyiye çözmüştüm. Özellikle geçtiğimiz yıl İstanbul Modern’de küratörlüğünü yaptığım yine bir portre sergisi olan “İnsan İnsanı Çekermiş” ile her şeyi daha net görmeye başladım.

Altını çizdiğim bu konular, otoportre üzerine yaptığım “Beni Bul” sergisinin gerçekleşme koşullarını daha iyi anlatabilir sanıyorum. Sadece sergilerde görüp izlediklerimi değil, bir yandan sanatçıların arşivlerinde uyumakta olan kendilerini model olarak kullandıkları fotoğrafları çıkarırken, diğer yandan da sanatçıların yeni fotoğraflar üretmelerini sağlayarak üçgeni tamamladım. Ülkemizde müthiş etkileyici, farklı bağlamlarda dünya çapında fotoğraflar üreten sanatçılar var. Ama yeterince sunulamıyorlar. Bireysel hareket çok fazla. Daha çok bir araya gelinmesi gerekiyor. Bir konu, tarz ve ülkelerin çizgilerini gösteren grup sergileri çok önemli. Ben, katalog yazımda da belirttiğim gibi bu işlerin oluşturduğu toplam aurayı sunmak istedim sergide. İşlerini otoportreleri üzerinden fotoğraf medyumunu kullanarak görünür kılan 23 sanatçı ve bir kolektif ile bu sergiyi oluşturdum. Fotoğraf ve sanat dünyasına yakınlığım, bu konulardaki 40 yıllık tanıklığım, neredeyse üç aylık, kısa ama çok yoğun bir süreç içinde bu sergiyi gerçekleştirmemi sağladı.

Serginin, otoportre üzerinden şekillenmesinin ve ‘Beni Bul’ başlığı almasının altında neler yatıyor? Yaşadığımız dönem ve toplumsal olaylar karşısında bireyin özüne dönmesi ve bu sayede dünyaya bakışını tazelemesi adına bir çağrı olabilir mi? 

Türk resminde de aslında ciddi bir otoportre geleneği var. Birçok sanatçı, farklı zamanlarda kendi resimlerini yapmışlardır. Zaten bu serginin başlangıç noktası da bir resim; Hüseyin Avni Lifij’in ‘Kadehli Pipolu Otoportresi’ olmuştur. İnsanın kendine bakışı, zaman ve model bileşenlerinden arınmış bir biçimde gerçekleşir. Kendini arar, bir şeyler bulur ve sonunda bunu kendi bakışı üzerinden geçirerek yapıtını oluşturur. Ben kendi adıma, gerçek ve kurmaca olanın birbirine karıştığı bizi bunca uyaranın olduğu çağımızda içe dönmek ve orada yatan hazineyi parça parça değerlendirmekte fayda var diye düşünüyorum. Dünya nasıl bakar ve hissedersen öyledir. Mutlak güzellik sadece estetik ilminin eteklerinde var olan sanat yapıtlarına mahsustur. Gerisi eskir, yaşlanır, yıpranır ve yok olup gider.
Kezban Arca Batıbeki

Sergide yer alan eserlere nasıl karar verdiniz?
Önce bir uçak düşünün; perçin de var, radar da var, kanat da motor da uçağın parçaları. Hangisi daha önemli; sorun neredeyse orası önemlidir. Sonra bu uçaklar bir araya gelerek bir filoyu oluştururlar. Ben bu sergiyi yaparken sanatçıların fotoğrafa bakış mantıklarını, ellerindeki fotoğraf makinesini kendilerine nasıl doğrulttuklarını ve kendilerini nasıl yorumladıklarına baktım. Sonra da bir arada nasıl bir etkileşimde bulunduklarını gözlemledim. Fotoğraf öyle bir şeydir ki, bir kaç milimetrelik farkla, iki üç saniye önce ya da sonra deklanşöre basarak fotoğraf ya olur, ya da olmaz. Her ne kadar fotoğrafı mekanik süreçler oluşturuyor gibi gözükse de, ben bunun matematikten çok metafizikle daha fazla bağlantısı olduğuna inanıyorum. Küratöryel anlamda benim için önemli olan, bu fotoğrafların anlattıkları hikayeler ile kendi iç estetiklerinin uyumuydu. İşlerin arasında neredeyse 45 yıl önce üretilen iş de var, geçen ay yeni üretilen de. Sergi dikey olarak konusuyla, yatay olarak da süreciyle koordinatlarını oluşturup, otoportrenin günümüzdeki ele alınış biçimini ortaya koydu.

Sergideki işlerin felsefe, psikoloji, sosyoloji ve sanat üzerinden çok disiplinli bir yaklaşımla ortaya çıktıklarının altını çiziyorsunuz. Bu çok disiplinli yaklaşımı biraz açabilir misiniz?
Evet, işlerin üzerinden gittiğimizde sergide yer alan her sanatçının farklı bir eşikten giriş yaptığı rahatlıkla görülüyor. Seçtikleri konular ve seçtikleri yollar bireye aitmiş gibi algılansa da aslında dünyanın varoluşsal meseleleri bunlar. Bir disiplini sadece kendi bileşenleri ile anlatmak yetmez. Plastik sanatlar, hangisi olursa olsun psikoloji, sosyoloji, antropoloji, felsefe, estetik, sanat tarihi gibi dalların referanslarını kullanır. Bunun oranları seçilen konu ve ona olan yaklaşımla ilgilidir. Burada otoportre üzerinden birey sorgulandığı için onun psikolojisi ve toplum içindeki sosyolojisi çok önemlidir. Üretilmiş her yapıt sanat tarihi içindeki öncülleri ve ardıllarıyla kıyaslanabilmek için sahneye çıkış sırasını beklemektedir.

Sergiyle ilgili değerlendirmenizdeki “Otoportre çekmek, aslında sanatçının benliğiyle oynamasıdır.” ifadesi çok dikkat çekici. Sizce izleyici, bu biçime hangi noktada dahil oluyor/olabiliyor?
Evet, gerçeklerle kuşatılmış bir dünyada, yüzlerce yıldır oynanan bir oyunun adıdır sanat. Otoportre ise sanatçının kendisi üzerinden oynadığı bir oyunudur. Tek başınıza satranç oynadığınızı düşünün, biri diğerini yenerse, kim kime yenmiş oluyor. Tek zihin ve tek benliğin kendisini rakip alarak oynadığı bir oyun. Belki sanatçının karşısına koyduğu, sanatın da cini olan “duende”dir. Tıpkı küçük çocukların zihninde yarattıkları kendilerinden başka hiç kimsenin görmediği kişilikler gibi. Fotoğrafçı asla görünmez, bir fotoğraf makinesinin arkasına saklanır. Bu sergide olduğu gibi nadiren güvenlik kalkanını kaldırarak izleyicilerin karşısında belirir. Artık ortadadır ve sığınacağı hiçbir dehliz kalmamıştır. İşte, izleyici de biçim olarak kendisine yakın bulduğu fotoğraflardan cesaret alarak serginin eşiğinden ikinci kez içeri girecektir. Yani karanlığa alıştıktan sonra detayları görebilecek ve kendi alternatif dünyasını oluşturacaktır. Biçim ve biçem, öze gidişte izleyicinin rehberi olacaktır.
Otoportrenin fotoğraf ile üretilmesi, diğer görsel sanatlara göre (örneğin resim ile) ifade gücü bağlamında ne gibi etkiler sağlıyor?
Fotoğraf yanılsamalarla dolu olup, gerçeği tamamıyla anlatmaktan aciz de olsa, fotoğrafta görünen nesnenin en azından bir zaman dilimi içinden fiziksel yöntemlerle koparılarak bir nevi dondurulduğunu kimse inkâr edemez. Fotoğrafın oluşabilmesi için öncelikle ışığa gereksinim vardır. Gerekli teknik koşulların olmaması, görüntünün de çıkmayacağı anlamına gelmektedir. Resim ise bu konuda daha büyük bir özgürlüğe sahiptir. Ama bir resim, hiçbir zaman fotoğraftaki ayrıntı ve biçimsel çeşitliliği yakalayamaz. Işığın değişkenliği, nesnelerin hareketliliği ve anların bir zemberek gibi kurulup boşalması çok kısa bir sürede oldukça fazla görüntünün oluşmasına yol açacaktır. Resim ve fotoğraf iki boyutlu yüzeyi kullanmalarına rağmen, birbirlerinden çok ayrıdırlar. Ama resim sanatı hem tarihi, hem de yarattığı atmosferle bambaşka bir etkiye sahiptir.
Sergi izleği ve kavramsal çerçevesi adına, vurgulamak istediğiniz eserler var mı?
Yapıtların hepsini eşit derecede önemsiyorum. Ben asla belirli bir kesimin küratörlüğünü yapmıyorum: Gençler, ustalar, okullular, alaylılar, belgesel fotoğrafçılar, ressamlar, fotoğrafçılar, mimarlar diye ayırmıyorum. Sıkı işlerin ve iyi yapıtların bende eşit puanı var. Bazen bu tartışmalara yol açıyor. Şu an fotoğraf makinesinin sağladığı olanaklar üzerinden fotoğraf büyük bir yaygınlık kazandı ve bu yüzden niceliksel olarak büyük bir karmaşa var. Sanat emek, zaman, çalışma ve disiplin isteyen bir alan; içinde buluş olacak, yapıt bir şey anlatacak; ya eskinin daha mükemmelini yapacak ya da yerine başka bir söylem oluşturacak. Önemli olan, “Otoportreye Çağdaş Dokunuşlar” altbaşlığıyla sergilediğimiz toplam 24 yapıtın bir araya geldiklerinde yakaladıkları uyum ve sanat izleyicisine yayılan o güzel enerji. Tüm sanatçılarımı kendileriyle ilgili meselelerini fotoğraf üzerinden böylesine içtenlik ve cesaretle ortaya koydukları ve “Beni Bul” sergisinin oluşumuna katkıda bulundukları için bir kez daha yürekten kutluyorum..

Merih Akoğul küratörlüğündeki ‘Beni Bul’, 29 Temmuz’a kadar Akbank Sanat’ta.

Yorumlar