Pera Müzesi: Hedefimiz genç kuşaklar

Bu röportaj, 8 Ağustos 2017 tarihinde Gazete Duvar'da yayınlanmıştır.

Pera Müzesi: Hedefimiz genç kuşaklar

Pera Müzesi genel müdürü Özalp Birol ile müzenin tarihçesi ve sanat hakkında konuştuk. Birol, "Biz yapısında genç insanları barındıran bir organizasyonuz. Benim elli beş yaşını idrak eden bir vatandaş olarak asıl önemsediğim konu, hepimizin öğrenerek evrilmesi ve büyümesi" dedi.
Fulya Baran fulya.brn@gmail.com
DUVAR – Suna ve İnan Kıraç Vakfı, 2003 yılının Ekim ayında Suna Kıraç, İnan Kıraç ve İpek Kıraç tarafından, toplumsal hayata eğitim, kültür, sanat ve sağlık alanlarında maddi ve manevi katkılarda bulunmak üzere açıldı. Vakfın sahibi olduğu koleksiyonları kamuyla paylaşma arzusu ise 2005 yılında Pera Müzesi’nin açılma nedeni oldu.
Hem vakfın kültür sanat işletmesinin, hem de müzeyle birlikte İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün genel müdürü olan Özalp Birol, kurulumundan bu güne tüm bu süreçlere liderlik etti. Pera Müzesi’ni, “Burayı yalnızca bir müze olarak tanımlamıyoruz. Burası çok fonksiyonlu bir platform. Farklı zevklerden, jenerasyonlardan insanları bir araya getiren, farklılıkları buluşturan bir yer burası” olarak tanımlayan Birol’la müzeye dair oldukça geniş bir çerçevede röportaj gerçekleştirdik.
Müzenin kuruluşundan bu yana geçirdiği süreçten, gelecek programında izleyiciyi nelerin beklediğine kadar pek çok konunun ayrıntılarına girdiğimiz bu söyleşiyi Birol’un güçlü hafızasından aktardığı anlatımıyla paylaşıyoruz.
Pera Müzesi
Pera Müzesi
2004 yılından beri Suna ve İnan Kıraç Vakfı Kültür Sanat İşletmesi Genel Müdürü olarak görev yapıyorsunuz. Vakıf’la ve ardından 2005’te açılan Pera Müzesi’yle yolunuz nasıl kesişti?
İş hayatım 1980’lerde başladı. 1990’ların başına kadar ticari alanlarda, çoğunlukla uluslararası şirketlerde çalıştım. Satış, pazarlama, pazarlama iletişimi gibi alanlarda profesyonel yöneticilik yaptım. 90’ların başında Yapı Kredi’ye “Reklam, Halkla ilişkiler Kültür ve Sanat Bölüm Başkanı” olarak girdim. Departmanın, ticari etkinliklerin yanında adından da anlaşılabileceği gibi kültürel ve sanatsal açılımlarının olması çok hoşuma gitti. Çünkü bu konulara küçüklükten beri son derece meraklıyım. Ben de Doğan Kardeş jenerasyonundanım.
Yapı Kredi’nin 1944’ten günümüze uzanan geniş ve renkli kültürel geçmişi, Kazım Taşkent gibi bir ustanın bankacı ve sanayici olmasının yanında bu alana özel ilgi göstermiş olması, Vedat Nedim Tör gibi bir ustaya ilk kez bir özel sektör şirketinde kültür müşavirliği diye bir makamın açılmasıyla yer verilmesi Yapı Kredi’yi 1940-1950’lerden başlayarak özel sektörün kültür alanındaki öncü kurumlarından biri haline getirmiş. Ben de böyle bir yerde çok severek çalıştım. Ardından Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Anonim Şirketi’ni kurduk. Ben orada Genel Müdür ve Yönetim Kurulu üyesi olarak çalıştım. Sonra Koç Topluluğu’nda çifte şapkayla çalışmaya başladım.
Birincisi, bütün Koç Finansal Hizmetler Şirketleri’nin Pazarlama İletişimi’nden sorumlu Direktör, ikincisi ise kuruluşunda da bulunduğum, hatta orası için bir yandan da kurduğum Koç Kültür Sanat ve Tanıtım Hizmetleri Anonim Şirketi’nin Genel Müdürü ve Yönetim Kurulu üyesi olarak çalışmaktı. 2003 yılında ayrılma kararı aldığım sırada Kıraç Ailesi’nden iş teklifi geldi. Dediler ki “biz müze kurmak, koleksiyonlarımızı değerlendirmek ve bu alanda da bir dizi girişimde bulunmak istiyoruz. Bizimle çalışır ve bu işlerimizin başına geçer misiniz?” Ben de kabul ettim. Dolayısıyla Suna ve İnan Kıraç Vakfı ile Vakıf bünyesindeki Pera Müzesi, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü gibi yapıların kuruluş süreçlerinin birebir içinde bulundum.
Ailenin verdiği yetkiyle bu kuruluş çalışmalarının kaptanlığını yaptım. 2004 yılından bu yana da bu yapı içinde yönetici olarak çalışıyorum. Sorumluluk alanıma giren hususlar, ailenin Vakıf üstünden kültür ve sanat alanında yaptığı tüm girişimler. Buna ek olarak örneğin Antalya’da Ticaret ve Sanayi Odası binasının bir kültür merkezine dönüştürülmesi projesi olan Antalya Kültür Sanat’ın programlarına Pera Müzesi üstünden destek ve danışmanlık hizmetleri veren bir yapının da kaptanlığını yapmaya çalışıyorum.
Pera Müzesi’nin Suna ve İnan Kıraç Vakfı’na ait ‘Oryantalist Resim’, ‘Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri’ ve ‘Kütahya Çini ve Seramikleri’ isimli 3 ana koleksiyonu var. Koleksiyonlar ne yönde gelişiyor/büyüyor? Yeni alımlarda tüm söz sahibi Suna ve İnan Kıraç Vakfı mı?
Bu koleksiyonların boşluklarını belirli periyodlarla bilim kurullarına danışıyoruz. Eserleri seçerken Akademik danışmanlardan ve piyasa danışmanlarından oluşan iki kurulumuz var. Önce eser/lerin vakıf koleksiyonlarına uygun olup olmadığına, koleksiyonlardaki eksikleri kapatıp kapayamayacağına dair akademik kurulumuzdan bilimsel görüş alıyoruz. Ardından yapıtın piyasa koşullarında ne kadar edebileceğine dair bir pazar araştırmasını piyasa kurulumuzla değerlendiriyoruz.
İkisinden de olumlu bir yaklaşım gelirse, konuyu bir rapor hazırlayarak yönetim kurulumuza yani aileye sunuyoruz. O günün bütçe bakımından koşullarına da uyuyorsa eseri alarak koleksiyonlarımızı genişletmeye devam ediyoruz. Bu doğrultuda ‘Kütahya Çini ve Seramikleri’ 200 civarından 1000 parçaya yaklaştı. Başlangıçta 3000 civarında parçası olan “Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri” 10.000’e yaklaştı. 250’yi aşkın ‘Oryantalist Resim’ ise 300’ün üzerine çıktı.
Geride bıraktığımız 11 yıl içinde koleksiyonları genişletmek anlamında fena da bir yol kat etmediğimizi düşünüyoruz. Ama bence önemli olan, sadece bu koleksiyonları genişletmek değil bu koleksiyonlardan oluşturduğumuz etkinlik programları ile kamuyu ne denli bilgilendirdiğimiz. Bu koleksiyonlardan sergiler ve kataloglarını üretiyoruz. Sergilerle ilgili sempozyum, panel ve benzeri sözlü etkinlikler düzenleyerek meraklılarını aydınlatmaya çalışıyoruz. Koleksiyon sergileri üzerinden çocuk, genç ve yetişkinlere yönelik eğitim programları oluşturuyoruz. Zaman zaman oyunculuk, drama gibi disiplinler arası programlar düzenleyerek buralardaki mesajları değişik yaş gruplarındaki katılımcılara aktarmaya çalışıyoruz.
Sempozyumlarda sunulan bildirileri daha sonra kitaba dönüştürerek kamuyla ve bilim çevreleriyle paylaşıyoruz. Koleksiyon demek bize göre yalnızca birtakım materyali alıp bir araya getirmek değil, bu tür çalışmaları yaparak o koleksiyonun ışık tuttuğu alanları ya da temsil ettiği değerleri sanatseverlerimizle paylaşmak demek. Açıldığımızdan bu yana yapmaya çalıştığımız şey bu.
‘OSMAN HAMDİ BEY HAYATININ HANGİ DÖNEMİNDE BEN ÇOK DOĞULUYUM DEDİ?’
Koleksiyonun en popüler parçalarından “Kaplumbağa Terbiyecisi”nin ressamı Osman Hamdi Bey, hâlâ güncel tartışmalara konu olan, zaman zaman da yerilen bir isim. Tarihteki yeri ve önemi pek çok kaynaktan okunabilir fakat Osman Hamdi Bey’in ve eserlerinin sanat tarihimizdeki önemini bir de sizden dinleyelim isterim.
Osman Hamdi Bey’in önemi, onu nasıl değerlendirdiğinize bağlı. Örneğin birtakım çevreler, onun iktidara yakın gözükmeye çalıştığını ileri sürerek eleştiriyor, bazı akademikler ise onu “Mihrab” resmi üstünden karalamaya çalışıyorlar. Adeta batıcı olmakla, Frankofon olmakla suçlanıyor. İyi de, Osman Hamdi Bey hayatının hangi döneminde ben çok doğuluyum dedi? Osmanlı kültürü içinde kendine göre alafranga bir yaşam tarzı süren, özellikle Fransız ve Avrupa kültüründen etkilenerek büyümüş, mesleki yaşamını da buna göre şekillendirmiş ancak kendi kültürünün bir takım değerlerini da asla göz ardı etmemiş ve hatta önceleri çok da uzmanı olmadığı arkeoloji alanında kendisine verilen Kazı Başkanlığı ve benzeri yöneticilik yetkileri çerçevesinde “Asar-ı Atika Nizamnamesi”nin (bir anlamda eski eserleri koruma kanunu diyelim) oluşturulmasına, yayımlanmasına ve uygulanmasına önderlik etmiş renkli bir kişilikten bahsediyoruz.
Osman Hamdi Bey, Fransız Kültürü’nden etkilendiği gibi doğal olarak Fransız resim ustalarından da büyük ölçüde etkilenmiş, üstat Boulanger’in atölyesinde çalışmış, Gérôme’un fevkalade hayranı olmuş, kendisiyle resim, sanat konusunda yazışmalar yapmış, stilinden etkilenmiş bir öncü Türk sanat figürü, ressamı, kültür insanı, arkeologudur. Yani birden fazla kabiliyeti olan renkli ve faydalı bir insandan bahsediyoruz. Şimdi ben Abdülmecid Efendi’nin resim yeteneğiyle Osman Hamdi Bey’in ressamlığını kıyaslamak gibi bir konuya girmek istemem. Ama Halife’nin belli bir stilinin olduğu, aldığı derslerle ve gözlemleriyle kendisini geliştirdiği muhakkaktır.
Benim kişisel fikrim ise elbette Osman Hamdi Bey’in daha iyi bir ressam olduğudur. Bunu bir kenara koyun. Osman Hamdi Bey’in bence önemli olan tarafı çok renkli ve çok yönlü bir kültür insanı olmasıdır. Resmin dışında da birçok alanda, örneğin Sanâyi-i Nefise Mektebi’nin geliştirilmesi, Arkeoloji Müzesi’nin kurulması, Anadolu ve o zamanki Osmanlı topraklarındaki arkeolojik kazı alanlarındaki birçok materyalin buraya getirilmesi gibi konularda hizmetleri olmuştur. Bu bakımdan Osman Hamdi Bey’i, özellikle kendisini savunacak bir durumda da olmadığı için yıllar sonra bu şekilde saldırarak dövmeyi anlamlı bulmuyorum.
Bulunduğumuz binanın Pera Müzesi’ne dönüşme yolculuğu nasıl oldu?
Bu bina eskiden Bristol Oteli’ydi. Otelin doğum tarihi bilindiği kadarıyla 1893. Pera; Tepebaşı bölgesi, Büyük Pera Caddesi (İstiklal Caddesi) ve hemen önümüzden geçen Rue des Petits-Champs (Meşrutiyet Caddesi) ile o dönemin Avrupa türü yaşamını benimseyen insanların ve İstanbul’da oturan Avrupalıların, Levantenlerin bu tadı, dokuyu yaşayabilmek adına tercih ettikleri bir semt. Buradaki yapılar da bu tür zevklere hitap edebilecek şekilde oluşturulmuş. Örneğin otelleri, Batı otelleri gibi. Zaten Osmanlı’da otelcilik pek yok, han gibi gelenekler var. Turizm o süreçte yeni yeni gelişiyor. Orient Express, zengin Avrupalı turistleri İstanbul’a getiriyor.
Kentteki konaklama olanakları ise kısıtlı. Avrupalının geldiğinde “Şehrin otantik yerlerini şöyle bir gezeyim ama hem emniyette olayım hem de kendi yaşam tarzıma yakın bir yaşamı İstanbul kenti içinde sürdürebileyim” dediğinde gelebileceği yer Pera. Şimdi karşımızda TRT’nin olduğu yerde Dram Tiyatrosu vardı. Orada Sarah Bernhardt da dahil, dönemin birtakım büyük aktörleri, aktristleri, sanatçıları gelip program yapıyorlar. Fevkalade hareketli bir alan.
Bu gördüğünüz caddedeki (müzenin giriş kapısının olduğu cadde) tüm yapıların önünde yuvarlak bistro masalar var. Yüzlerce çeşit bira servis ediliyor. Melon şapkalı, alafranga giyimli kadınlar, erkekler ve onlara eşlik eden dönem kıyafetlerindeki hanımefendiler… 1892 yılında Pera Palace Oteli hizmete girerken 93’te de Otel Bristol açılıyor. 92’de üç blok yanımızda Grand Hotel De Londres: Büyük Londra Oteli var. Orası da aynen bu çerçevede, kısıtlı konaklama olanaklarının geliştirilmesi amacı ile açılmış, Avrupa türü bir yerde konaklamak isteyen hanımefendi ve beyefendilerin kalabileceği bir otel olarak kurulmuş.
İşte Bristol Oteli, Meşrutiyet Caddesi’ne (Rue des Petits-Champs) bakan böyle butik güzel bir otel. Hatta müşterilerinden bir tanesi de Arabistanlı Lawrence olarak bilinen İngiliz casusu Lawrence’ın akıl annesi olan ve bugünkü Ortadoğu meselesinin anası olan İngiliz casusu, arkeolog, gezgin, koleksiyoner Gertrude Bell. Allah bilir bugünkü problemleri oluşturan Ortadoğu meseleleri buralarda da konuşuldu çünkü o dönem buralar casus kaynıyor. Bristol Oteli, 1970’lere kadar el değiştirerek varlığını sürdürmüş. Sonra özel bir banka binayı almış. Otelin o 70’lerdeki halini çocukluğumdan hatırlıyorum.
Özel Banka burayı genel müdürlük binası, ya da merkez olarak kullandı. Daha sonra bir şansızlıktan dolayı dükkanı kapatınca burası devlet tarafından satışa sunuldu. Ve kurucularımız Suna ve İnan Kıraç tarafından, Suna Hanım’ın öngörüsü ve İnan Bey’in liderliğinde satın alındı. 2003-2004 yıllarında yapılan çalışmalarla binanın son derece sorunlu olan ve daha önceden de yıkılarak müdahale edilmiş arka tarafı külliyen yıkılarak yerine deprem standartlarına uygun güçlü bir bina inşa edildi. Bu bina, 1893’ten kalan ancak sonradan restore edilen ön yüzle birleştirilerek bugün içinde olduğumuz Pera Müzesi binasını oluşturdu. O döneme olabildiğince saygılı olabilmek adına, müzenin gereksinimlerini de ikinci plana atmadan, belli noktalarda o otelin varlığına, planına ve ruhuna sadık kalacak unsurları da bu binanın içine serpiştirdik.

O yüzden şu an içinde oturduğumuz kafe, bir Art Deco dokunuşu ile donatılmıştır. Dikkat ederseniz, duvarları, sütunları, kullanılan renkler ve hatta kullanılan mobilya, özellikle bar ve çevresi o dönemin hakim anlayışlarından biri olan Art Deco’ya göndermeler yapar. Özellikle oturma üniteleri, o dönemdeki Orient Express’in fiziki görünümlerine atıfta bulunur. Burası, işte o dönemdeki alafranga yaşam tarzını yansıtan bir yer olduğunu, bugün burayı ziyaret eden insanların oturduklarında şöyle bir nefes alıp koklayabilmelerini sağlamak amacıyla donatılmıştır.
Yapım sürecinde mimar Sinan Genim tarafından çözümler gerçekleştirilmiştir. Yaklaşık 300 metrekarelik bir tabana oturan ve katlara yayılan 3700 metrekarelik brüt bir alanımız var. Adeta sefer tası gibi. Üçüncü ve dördüncü kat sergi salonları 286 metrekare, beşinci kat sergi alanı biraz geride kaldığı için 256 metrekaredir. Özetle bu bina, vakıf koleksiyonlarından kesitleri sanatseverlerle buluşturduğumuz galeriler, dönemli sergiler için kullandığımız galeriler, farklı etkinlikler için kullandığımız oditoryum, eğitim atölyesi, restoranı ve B1, B2 katlarındaki depolarıyla küçük fakat iyi organize edilmiş bir müze binasıdır diyebiliriz.
‘ÜLKEMİZ İNSANININ ÖNCELİĞİ SERGİ GEZMEK DEĞİL’
Açıldığı 2005 yılından beri Beyoğlu’nda konumlanan Pera Müzesi, Beyoğlu’nun son dönemlerde geçirdiği değişimlerden nasıl etkilendi? Değişen atmosferi siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu değerlendirmeyi yaparken salt Pera Müzesi değil, bundan 100 metre ötedeki İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nü de bu paketin içine sokuyorum. 2016 yılı çok zorlu bir yıl oldu. Ülkede birlik, düzenlik sağlanmadığı, politik sorunlar ve çok daha önemlisi terör unsuru var olduğu müddetçe, insanların morali bozuluyor.
Özellikle terör söz konusu olduğunda da sokağa çıkmak istemiyorlar. Şimdi 2016 yılına bir göz atarsak aşağı yukarı bir buçuk ayda bir, ki bu yalnızca İstanbul için konuştuğumuzda, major bir terör olayı olmuş. Şöyle örnekleyim: Metafizik sanatın babası sayılan Giorgio de Chirico’nun birbirinden güzel işlerinden oluşan, bana göre harika bir sergi düzenledik.
Günde ortalama 400-500 kişi geliyor, hafta sonları 1000-1300 kişiye çıkıyoruz. Her şey gayet güzel. İstiklal Caddesi patlamasının ertesi günü ziyaretçi sayısı 30’a düştü. Takip eden bir ay boyunca, dünya ölçeğindeki bu sergiye günde 100 kişinin üstünde insan çekmeye zorlandık. Çünkü insanlar sokağa çıkmıyordu. Ülkemiz insanının önceliği zaten hiçbir zaman sokağa çıktığında “hadi ben müzeye gidip bu sergiyi izleyeyim” olmamıştır. Doğaldır da eleştirmiyorum.
Biz böyle bir durumu yumuşatmaya, insanları kültür sanat platformu olarak oluşturduğumuz ve etkinliklerini buna göre organize ettiğimiz bir yapıya davet etmeye çalışırken bu tür olayların vuku bulması Beyoğlu’nun ve İstiklal Caddesi aksı ve çevresindeki bütün kültür sanat kurumlarının hatta ticaret yapan kurumların müthiş bir talep düşüşüyle karşılaşmasını da beraberinde getirdi.
Otellerin müşteri sayıları düştü, art arda dükkanlar kapanmaya başladı. Bu süreç hâlâ devam ediyor. 2017 yılının ilk yarısını idrak ederken terörle ilgili sıkıntı bir ölçüde giderilse de politik ve terör ilişkili sorunlar devam ediyor. Yabancı misyonların önünde alınan, kamuyu korumaya yönelik güvenlik önlemleri gibi, her yürüdüğünüz 50-100 metrede hayatımıza giren unsurlar sebebiyle insanlar ürkmeye devam ediyorlar. İstiklal Caddesi, son iki senedir hiç bundan beş sene öncesindeki gibi olamadı.
Artık burası, kültür etkinliği tüketicisinden ziyade, ortalama mallar tüketicisi konumunda olan, neredeyse yüzde doksandan fazlası Arap ülkelerinden gelen turistlerin istilasına uğradı. Ancak! Biz hâlâ buradayız. Yalnızca biz değil, bütün bu cadde üstündeki büyük müesseseler, koşullara rağmen bu hizmetleri en iyi şekilde vermeye devam diyorlar. Bakınız Pera Müzesi, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul Kültür Sanat Vakfı, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, Arter, ANAMED, Borusan, vs. Bu da işin ümit verici tarafı.
Müze, dinamik atmosferini asıl olarak geçici sergilerden sağlıyor. Bu sergi programı ne kadar zaman öncesinden nasıl planlanıyor? Bu konuda kimler söz sahibi oluyor?
Sergi programları bir ile iki yıl öncesinden belirleniyor. Biz yapısında genç insanları barındıran bir organizasyonuz. Dönemli sergiler, koleksiyon sergileri, iletişim ve eğitim gibi birimlerimize baktığımızda burada çalışan arkadaşlarımızın otuz – kırk yaş bandında olduğunu görürsünüz. Gönüllülerimiz ise yirmilerde. Benim elli beş yaşını idrak eden bir vatandaş olarak asıl önemsediğim konu, hepimizin öğrenerek evrilmesi ve büyümesi.
Yani burası, öğrenen bir organizasyon. Açtığımız her sergi için ciddi bir tez hazırlar gibi oturup çalışıyoruz. On beş günde bir (ölü sezon diyebileceğimiz yaz sezonunda ayda bir) sergiler komitesi ile sergiler toplantısı yaparız. Bu toplantılarda güncel durum değerlendirilir, bir sonraki yılın programı olabildiğince belirlenmeye çalışılır. Bu komitede dönemli sergiler ekibi, iletişim, eğitim ve film departmanlarımız var.
Bunun dışında daha büyük ölçekli hemen hemen tüm departmanlarımızın katıldığı yine on beş günde bir düzenlenen koordinasyon toplantılarımız var. Bu toplantılara iletişim danışmanı olan şirketimiz de katılır. Bu takımın bir üyesi olarak her detayı bizimle beraber takip ederler. Genelde paydaşlarımızla çalışma biçimimiz budur. Genç arkadaşlarımın oy hakları benimkiyle eşittir. Benim marifetim, yönetim kuruluyla olan ilişkimizde riski alan insan olmamdır. Son sözü söylerim ama oy çoğunluğunu dikkate alarak. Tüm süreci de özellikle bu saydığım genç arkadaşlarımla birlikte hayata geçiririz. Arkadaşlarımızın her biri kararların hakikaten parçası olduklarını, bu işin birlikte üretildiğini çok iyi bilirler.
Çünkü kurucularımız gerek Suna ve İnan Kıraç ile İpek Kıraç aynı zamanda profesyonel yönetici olarak çalıştıkları için, profesyonellerin, yöneticilerinin halet-i ruhiyesinin ne olabileceğini çok iyi bilen, onları iyi analiz eden ve yaklaşımlarını da buna göre şekillendiren insanlar. Dolayısıyla nitelikli insanlardan oluşan bir ekip kurduklarına inanıyorlarsa yetkiyi verirler ve desteklerler. Bu ana kadar olan da budur.
SANAT PLATFORMLARI VE MÜZELER ELÇİLİK GÖREVİ YAPMALI
Dünyanın dört bir yanından gelen eserlerle oluşan bu sergileri gerçekleştirmek için ciddi bütçeleri harcanıyor fakat bütçe meselesini de aşan ne gibi zorluklar yaşıyorsunuz?
Bana göre müzeler, ya da bu tür kültür sanat platformları, elçilik görevi de yaparak ülkelerin, kültürlerin birtakım etkinliklerle birbirlerini daha iyi anlamalarını sağlarlar. Ülkeler arası politik ilişkilerde sıkıntılar ya da ülke içinde güvenlikle ilgili sorunlar oluştuğunda bu ister istemez o ülkelerin kültür sanat kurumlarını da etkiliyor. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Guggenheim Müzesi ile yapacağımız çok güzel bir proje yaklaşık 2 yıldır üstünde çalışmış olmamıza rağmen politik ve güvenlik gibi unsurlar gerekçe gösterilerek iptal edildi.
Ya da örneğin Royal Academy of Arts gibi dünyanın önemli sanat mekteplerinden biriyle hemen hemen 2 yıl öncesinde söz keserek tasarlamaya başladığımız bir proje yine bahsetmiş olduğum hususlardan ötürü askıya alınabiliyor ya da iptal edilebiliyor. Bunun yanı sıra oluşabilecek başka sorunları da yaptığımız işlerle ve yaklaşımımızla güven yaratarak çözmeye çalışıyoruz.
Gelen ziyaretçi profilini analiz ediyor musunuz? Bu veriyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben ticari yöneticilik de yaptığım için araştırmanın önemine çok inanan bir insanım. Ama burada büyük kitleler üstünden büyük araştırmalar yapacak bir lüksümüz yok. Çünkü burası, açıldığından bu yana her yıl ortalama 100.000 kişiyi ağırlayan bir yapı. Bu, o yıl içinde açtığımız sergilerin kamu tarafından ne denli popüler ve ilginç görüldüğüyle birlikte o dönemlerde ülkenin içinde bulunduğu sosyopolitik ve benzeri diğer koşullara göre de değişiyor. Şunu söyleyebilirim: Bizim ziyaretçimiz 7’den 77’ye herkestir.
Biz bu konuda bir ayrım yapmayız. Zaten olabildiğince geniş bir kamuyu kucaklayabilmek için özel erişim programları yapıyoruz. Buraya sırtında ya da kucağında üç aylık çocuğuyla da gelen var, 90 yaşına gelmiş demans ya da alzheimer hastası olup bizim onları bir eserle buluşturabilmek, sanat üstünden hayata bağlayabilmek amacıyla yaptığımız projelerde konuğumuz olan insanlar da var. Ama hedeflerimiz arasında özellikle gençlere ulaşmak da var. Çünkü vakfımızın sahip olduğu koleksiyonlar aslında gençlerin bir anda ilgisini çekecek koleksiyonlar değil. Biz de örneğin Orwell’in kavramı üstünden kurguladığımız fevkalade gençlere hitap edebileceğimiz kavramsal bir sergi açarken, onları koleksiyon sergilerine çekmeyi de arzu ediyoruz.
Kurumun açılışından bu yana edindiği misyonu göz önüne alırsak, geçtiğimiz sezon gerçekleştirilen sergiler, bu hedeflere nasıl katkılarda bulundu? 2016-2017 sezonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Enseyi karartmadan yola devam ediyoruz şeklinde değerlendirebilirim. Çünkü Pera Müzesi, kültür ve sanata gerçekten değer veren bir ailenin kuruculuğunda oluşturulmuş bir yer. Çağdaş yönetim anlayışıyla yönetilen kurumlarımız olduğunu düşünüyorum. Ben yönettiğim için değil ama kurmaylarımız, arkadaşlarımız da öyle insanlar. Paydaşlarımız kaliteli. Şimdi selamlaştığım kişi (Alistair Hicks) dünyanın en büyük kurumsal koleksiyonu olduğunu söyleyebileceğimiz Deutsche Bank Koleksiyonu’nu 20 yılı aşkın bir süredir yönetmiş çok önemli bir sanat yöneticisi, küratör ve sanat kuramcısı.
Bundan önce İngiltere’nin en köklü ve önemli sanat kurumlarından Victoria ve Albert Müzesi iş birliği ile “4. Jameel Ödülü” töreni ve sergisine ev sahipliği yaptık. İlk defa Londra dışında Türkiye’de yapıldı bu etkinlik. Dolayısıyla iş birliği yaptığınız kişi ve kurumların niteliği sizin de çizginizi oluşturan unsurların başında gelir. Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim gibi.
Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri
Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri
Şu an Türkiye’deki sanat ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz? Genç sanatçıları keşfetmeye ve onlara alan sağlamaya çalışan birtakım projeler var. Bunları takip edip bir nevi üretim ortamının nabzını Pera Müzesi’nin gözüyle tutuyor musunuz?
Bu projelerin çok iyi işler yaptıklarını düşünüyorum. Bir defa benden genç arkadaşlarım canavar gibi. Her an Türkiye’ye ve dünyaya açıklar. Ben de çok meraklıyımdır. Sabah 7.30’tan itibaren nerede ne çıkmış bizim alanımızda, ülkede ve dünyada ne olmuş, özellikle internet üstünden araştıran ve kendi ölçeğimde değerlendiren bir insanım. Bizim kurmaylarımızla fikrimiz ve zikrimiz de tutar. O bakımdan meseleleri birlikte hızla değerlendirerek olabildiğince doğru kararlar almaya çalışıyoruz.
Hareketlilik ve nitelik bağlamında söyleyebileceğim şeyler şunlardır: Politik atmosferin bütün bu olumsuzluklarına rağmen hâlâ ilkelerinden vazgeçmeden ve ödün vermeden yoluna devam eden, kalitesi yüksek nitelikli kuruluşlarımız var. Bunların varlığı beni çok ümitlendiriyor ve sevindiriyor. Bunların içinde ticari kuruluş olup gençlere yönelik bir şeyler yapmak isteyen ve böylelikle kamuoyundaki imajını da belli bir noktaya getirmek isteyen kurumlar olduğu gibi STK niteliğinde olup hakikaten stratejisinin içine gençlere sanat yolundan bir şeyler verebilmeyi hedefleyen kuruluşlar da var. Örnek olarak Mamut Art Project ve Rotary Sanat Yarışması’nı verebiliriz. Bunlar gibi iyi giden onlarca örnek daha verilebilir.
Şunu insanlar görüyorlar; bu ülkenin gençleri değerlidir, onlara bir şey vermek ve onları desteklemek lazımdır. Fakat bunu tamamen vahşi kapitalizmin gereği, yüzde yüz ticari olarak değerlendiren, daha sonra pahalı ürün olarak satabilme hedefiyle kişileri küçükken yakalama yönünde girişimlerde bulunan bazı yaklaşımlar da var. Bunlar, nitelikli sanatçıların maalesef doğmadan ölmesine ya da evrilme sürecinde ölmesine sebep oluyor. Örneğin lüzumundan fazla fiyatlandırarak daha başlangıç noktasında onları erişilmez kılıyor. Ya da geldikleri aşamada daha fazla ederken kafalarına basarak daha düşük fiyattan “mal” satar gibi yaklaşılan durumlar da oluyor. İkisi de oldukça olumsuz. Ne yazık ki sanat ve sermaye arasında böyle sorunlu bir ilişki vardır. Bu ancak kurumların, yönetimlerin, kişilerin basiretiyle dengelenebilir. Hiçbir zaman yüzde yüz çözülemez ama dengelenebilir.
Suna ve İnan Kıraç Vakfı ile Müze’nin Türkiye’li sanatçıları desteklemek adına yürüttüğü çalışmalar nelerdir?
Geride bıraktığımız 11 yıl içinde bienallere ayırdığımız zamanları dışarı çıkarırsak gençlere yönelik on sergi yaptık. O on serginin kapsamına giren sanatçılara, eserlerini ilk kez Pera Müzesi gibi bir müzede sergileme olanağı verdik. Sırf bu olanak bile, öz geçmişleri için çok önemli. Bir moral desteğidir. Ayrıca bu sergilerin kataloglarının yayınlanmış olması, bu sanatçıları yakın dönem sanat tarihimizin bir parçası haline getirir. Bu da kimliklerinin pekiştirilmesi ve kamuyla paylaşılması bağlamında çok önemli bir hizmettir.
Eğer iş birliği yaptığımız bir sanat okulu ya da platformu ise onlara, bir müze ile nasıl iş birliği yapılması gerektiğini adeta öğreterek bir deneyim kazandırıyoruz. Bu bağlamlarda değerlendirdiğimizde hiç de azımsanmayacak sayıda genç sanatçının hayatına dokunduğumuzu söyleyebilirim. Burs ve benzeri gibi destekleri ise İstanbul Araştırmaları Enstitüsü üzerinden bilimsel araştırmalara yönelik doktora ve post doktora sürecindeki araştırmacılar için ayırıyoruz.
2017 İstanbul Bienali’nin “iyi bir komşu” temasını nasıl buldunuz?
Bence çok güzel bir konu. Elmgreen & Dragset hayatta görebileceğiniz en tatlı ve en alçak gönüllü ama bununla birlikte gerek sanatçılar olarak gerekse küratörlük bağlamında hakikaten global ölçekte çok önemli ve değerli isimler. İş birliğine açık yaratıcı kişiliklere sahip olmaları, sıcak ve paydaşları kucaklayan insanlar olmaları bu projedeki tüm paydaşların istekle, şevkle çalışmalarını beraberinde getirdiği için bu bienalin iyi bir bienal olacağını düşünüyorum. Aynı zamanda komşuluk üstünden birlikte yaşama sanatının ve kültürler arası iletişimin öğretilmesi hususunda gerek ülkemiz insanına gerekse dünyaya önemli mesajlar vereceği kanaatindeyim.
Pera Müzesi’nde yeni sezonda neler izleyeceğiz?
Eylül – Kasım ayları boyunca üç kattaki sergi alanlarımızı birden Bienal’e tahsis ediyoruz. Elmgreen & Dragset’in İKSV Bienal ekibiyle ve Pera Müzesi ekibiyle birlikte müze içindeki galerileri dikkate alarak bir şeyler üretecek olması bizim için çok önemli. Bu bağlamda IKSV Bienal ekibiyle birlikte iş birliği içinde çalışarak ülkemizin çıtasını yükseltmesine katkıda bulunacağız. Hem fikirlerimiz hem coğrafyalarımız bakımından IKSV ile iyi komşular olarak çalışacağız. Bu iyi komşuluklardan da iyi etkinlikler doğacak. Ardından, mimar Louis Kahn’ın eserlerinin de yer alacağı, onların çok ilginç fotoğraflarıyla hazırlanmış birtakım sergi projeleriyle 2018 sezonunu açacağız. Arkasından sürpriz etkinliklerimiz olacak. Onları bir dahaki röportaja saklıyorum. Bu arada, Bienal öncesinde Pera Eğitim atölye alanında 17 Eylül’e kadar ‘Yaz Yaz Yaz’ isimli bir sergi gerçekleştiriyoruz. Bu sergide “Çiftdüşün: Çiftgörü” ve José Sancho sergilerinden ilhamla hazırlanan yaz atölyelerine katılan çocuk ve gençlerin çalışmaları yer alıyor.

Yorumlar